Yıl 2010. Türkiye üyesi olduğu Avrupa Konseyi’nin (Avrupa Birliği ile karıştırılmasın) dönem başkanlığını devralır. Avrupa Konseyi; derdi insan hakları ve demokrasi olan bir örgüt. 1990’lara karakolda işkenceden, düşünce suçlularına, haksız kamulaştırmadan, işçi haklarıyla ilgili usulsüzlüklere pek çok konudaki olumsuz performansı nedeniyle Türkiye’nin Avrupa Konseyi nezdindeki sicili oldukça kötü. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) mesaisinin önemli bir bölümünü Türkiye’ye harcamak zorunda kalıyor.

2000’li yıllar ise Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti’nin) hükümetteki ilk dönemi. “Şeriat yada Islamcı bir düzeni” dayatmayacağı, demokratik, insan haklarına saygılı bir hükümet olacağına dair hem içeriyi hem de dışarıyı ikna etme ihtiyacı içinde. Bu amaç doğrultusunda her alanda bir reform dalgası başlatmış, 2004’te Türk Ceza Kanunu’da kadınlar lehine pek çok değişikliğe onay vermiş, böylece Türkiye’de ve Avrupa’daki demokrat kesimlerdeki şüpheleri zayıflatmaya başlatmış durumda.
 
2009 yılına gelindiğinde AIHM Türkiye ile ilgili ama sadece Türkiye değil Avrupa ve hatta küresel anlamda önem taşıyan bir karara imza atar. Nahide Opuz davasında Türkiye, kadına yönelik şiddet konusunda etkili bir politikası olmadığı için mahkum edilir. Bu kararı farklı kılan kadına yönelik şiddeti bir ayırımcılık ve insan hakları ihlali olarak kabul etmesidir. Basitçe anlatacak olursak, devletlere, “kadını, şiddetten korumakla yükümlüsün” der.

Bu karar Avrupa açısından da bir zihin değişimine neden olur. Zira Avrupa’lı ülkeler de 2000’li yıllara kadar kadına yönelik şiddeti kendi üzerine alınmıyor, göçmenlerin bir sorunu olarak tanımlıyordu. Ancak artan şiddet olgusu ile birlikte Avrupa Konseyi konuyu gündemine taşımaya başlamış ve hatta 2006-2008 yılları arasında konuyu incelemek üzere bir görev gücü kurmuştu. Bu görev gücünde, Türkiye’den Profesör Feride Acar da yer almıştı.

İşte tam da Opuz davasının sonuçlandığı tarihle aynı dönemde bu görev gücü, kadına yönelik şiddetle mücadele için dünyaya da örnek olacak bağlayıcılığı olan bir sözleşme imzalanması gerekiyor tavsiyesinde bulunur.

Üye devletlerin yeşil ışık yakması sonucu, sözleşme metni yazılmaya başlanır. Görev gücünde bağımsız uzman sıfatıyla yer alan Prof. Acar bu kez Türkiye’yi resmi olarak temsil ederek sözleşmenin hazırlanmasında görev alır.

Prof. Feride Acar yakınlarda youtube’da yayınlanan bir röpörtajında devletin ve bürokrasinin arkasında nasıl güçlüce durduğunu şu sözlerle açıklıyor: “Bana söylenen şuydu: biz uluslararası düzlemde en ileri insan hakları (açısı) ne ise onu savunmalı, o görüşün temsilcisi olmalıyız. Bu bağlamda en ileri tedbirlerin alınmasını savunmalı, ‘kültürümüze şuna buna’ aykırı diye itiraz getirmemeliyiz.”

O dönem Abdullah Gül cumhurbaşkanı; geçmişte Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi’ndeki Türk milletvekili grubunda bulunduğu için Avrupa Konseyi’nin öneminin farkında. Dışişleri Bakanı ise Ahmet Davutoğlu.

Sözleşmenin müzakereleri sırasında Türkiye şiddetle en etkin şekilde mücadele edilmesini savunanlar arasında yer alır. Sözleşme taslağının ortaya çıktığı 2010’a gelindiğinde, Türkiye Avrupa Konseyi’nin dönem başkanlığını devralır. Her ülke dönem başkanlığı sırasında bir öncelik belirler. Dışişleri Bakanlığı’nın tavsiyesine uyan Ak Parti hükümeti “önceliğim sözleşmenin biran önce bitirilip imzaya açılması” der.

Bugün olduğu gibi, o dönemde de Sözleşmeye uzak duran ülkeler vardır; Türkiye o ülkeleri de ikna etmek için özel çaba harcar ve dönem başkanlığının sonunda resmi adı Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi Mayıs 2011’de İstanbul’da yapılan liderler zirvesinde imzaya açılır; ilk imzayı da Türkiye adına Davutoğlu atar. Bu tarihi belge İstanbul Sözleşmesi olarak anılmaya başlanır.

İstanbul Sözleşmesi o dönem Ak Parti iktidarının, evrensel değerlere saygılı, demokratik Avrupa ailesinin bir parçası olmayı hedeflediğinin en önemli göstergesi sayıldı. İstanbul Sözleşmesi her ne kadar Avrupa çapında bağlayıcı olsa da küresel anlamda da kadın hakları açısından devrimsel denecek bir zihin değişimine kapıyı araladı. En önemli niteliği, kadını sadece kamuda herkesin önünde cereyan eden şiddetten değil, ev içinde kapalı kapılar ardında yapılan şiddetten de korur. Yani ailenin mahremiyeti şiirselliğinde kol kırılır yen içinde kalır zihniyetini reddeder.

Peki ne oldu da günümüzde Ak Parti iktidarı adını İstanbul’dan alan sözleşmeden çıkmayı tartışmaya başladı. Öncelikle şunu belirtmekte fayda var; sözleşmeyi imzalayıp onaylamayan ancak bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda ülke var.

Sözleşmeden çıkmayı tartışan Polonya ile imzalayıp onaylamayan Macaristan’da popülist yönetimler olduğu gözden kaçmamalı. Ne yazık ki popülist yönetimlerin ortak özellikleri “ailenin kutsallığı” güzellemeleriyle kadınların aleyhine olacak şekilde kadınlar üzerinden yaptıkları kutuplaşmadan beslenmek. Ötekileştirerek düşman yaratmak, korku salarak taraftar toplamak da bir başka özellikleri. İstanbul Sözleşmesi söz konusu olunca düşman “kutsal ailenin karşıtları” olarak tanıtılan LGBTİ'li bireyler, bekar kadınlar, yada kadın haklarını savunan aktivistler oluyor. Popülist iktidarların bir üçüncü özelliğini de unutmayalım; yalan ve manipülasyon. Sözleşmenin aynı cinsten evliliklere kapıyı açtığı savunuluyor ki; böyle bir şey yok. Ailenin birliğine zarar verdiği söyleniyor ki; bu da yanlış. Tam tersine, Sözleşme ile şiddeti önleyerek ailenin sağlıklı temeller üzerinde yükselmesi hedef alınıyor.

Ne yazık ki; bu tür yalan ve manipülasyonlara Türkiye’de de başvurulur oldu. İstanbul Sözleşmesi karşıtlığının güçlü olduğu ülkelerle pek çok ortak yanlar olmakla birlikte, Türkiye’yi diğerlerinden ayıran iki farkı söyle açıklayabiliriz:

Birincisi peş peşe gelen seçim zaferlerinden sonra AK Parti iktidarının meşruiyet arayışı, içeriyi ve dışarıyı insan ve dolayısıyla kadın haklarına saygılı kalacağına dair ikna etme ihtiyacı ortadan kalktı. İkincisi ise, Türkiye parlamenter rejimden cumhurbaşkanlığı rejimine geçiş yaptı. 2010-2011’de Ak Parti iktidarı tarafından araçsallaştırılan İstanbul Sözleşmesi, şimdi bazı marjinal gruplar tarafından iktidara karşı araçsallaştırılmaya başlandı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerini 50 artı 1 oyla kazanma ihtiyacı, iktidarı cemaatlerin, marjinal ve fakat tam da 1 oyun bile önem kazanmasından dolayı sesleri yüksek çıkan gruplara mahkum etti.

Bu gruplar, Cumhurbaşkanının kızının üyesi olduğu; İstanbul Sözleşmesi’ni savunan bir kadın örgütünü bile hedef alarak, güç denemesinde bulunuyorlar.

Ak Parti’deki erkek egemen zihniyetin, İstanbul Sözleşmesi’nin ruhuyla çok da bağdaştığı söylenemez. Öte yandan Ak Parti, seçimleri halkın yararına olan icraatlar üzerinden değil, korku ve kutuplaşma üzerinden kazanma yoluna girdiği; marjinal gruplar da bundan faydalanmak istediği için sözleşmeden ayrılma tartışmaları gündeme geldi. Pazarda el yakan fiyatlar, eğitimdeki devasa sorunları tartışmak yerine, İstanbul Sözleşmesini tartışmaya açmak daha az maliyetli gelmiş de olabilir.

Ancak Ak Parti içindeki kadınlar Sözleşmeye sahip çıktıkları gibi, özellikle şehirli muhafazakar genç kadın seçmenin tepkisi nedeniyle, Sözleşmeden çıkılması için düğmeye basılmayabilir. Bu da Türkiye’deki en güçlü sivil hareketin aslında kadın hareketi olduğunun teyidi anlamına gelir.

Barçın Yinanç
Gazeteci